
İnsanın bazen yazmak istediği, ama hiç yazmaya cesaret edemediği satırlar vardır. Kimi zaman içinde kopan fırtınalar, vazgeçemediği alışkanlıklar, hayal kırıkları, hayata kendi cümleleriyle başlayacağı yepyeni bir sayfa, yada kendini yeniden değiştirme arzusu, bu anlamda hep başlamak istediği fakat hiç başlayamadığı aşklar ama sonucunda çalakalem bir hayat… Hal böyle olunca bir usanmışlığa kapılıp gider insan. Böyle anlarında insanın; belki bir sure yada bir ayet tutup kaldırır düştüğü yerden. Bahsettiğim şey aslında kelimenin tam anlamıyla; bir inşirah ferahlığıdır… Yada Duha suresindeki gibi: ‘ Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da.’
Bazen de bir şarkı sözünün peşine takılıp gider insan. Bir sonbahar gününde, yaprakların ıslak zemine düştüğü gibi, işte o şarkı da öyle düşer diline. Saatlerce hiç bıkmadan dinleyebileceğim tek şarkı dersiniz içinizden belli bir süreden sonra o şarkıdan bıkacağınızı bile bile…
Bazen bir türkü, bir iç kanama gibi sessiz sessiz ama en derinden gelip bulur sizi… Türkü ve ezgiden bıkamazsınız işte… Çünkü bir ezginin sözleri; bir an için varınız yoğunuz olur. Alıp götürür sizleri: Kudüs’e, Bağdat’a, Beyrut’a, Felluce’ye, Diyarbekir’e, İstanbul’a… Her dem yeniden o ezgi çalsın istersiniz. O ezgi Ömer Karaoğlu’na ait olabilir mesela:
“ Ölüme değil ölümden değil gardaş / Biz dili bağlı, gitmeye yanarız.” O ezginin hissettirdiklerini düşününce Ömer Faruk Dönmez’in şu cümlelerini hatırlatmamak olmaz:
‘‘neden böyle yakar / yıkar / viran eder / besteler / şarkılar beni ve hangi yasadışı şarkı / tasadışı edip gönlümü / zarif bir arif kılar beni…’’ Ya da böyle anlarda Akif İnan’ın sizi de gelip bulduğu oldu mu : ‘ kaç umut eskidi sokaklarında/ kaç albüm tükettim anarak seni’ Sorumu yineliyorum sevgili okur: Hiç sizi de Akif İnan’ın gelip bulduğu oldu mu? ‘aklımı yağmalar gelmeyişlerin, çürütür gölgemi bekleyişlerim’
Bazen bir şiirin mısraları; zincirini atar kalbinizin kapaklarına… O dizenin peşine takılıp içsel yürüyüşlere çıkar insan. O mısranın İsmet Özel’e ait olması kaçınılmazdır mesela: ‘hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum!’ yada ‘çalakalem sevebilmek elimden gelmiyor…’
Bazen insanlar muzaffer olduğunu sanır fakat; en büyük zaferler içinde en büyük hezimetleri yaşarlar. Bazen mutlu olduğunu sanır ama gürültüler arasında kaybolup gitmiştir de haberi yoktur. İşte böyleleri en büyük kalabalıklar arasında en büyük yalnızlıkların kıskacındadır aslında...
Bazen insanlar hiç ölmeyecekmiş gibi yaşam sürerler. Yaşamak ve ölmek… Zaman zaman bu iki kelimenin anlamını düşünürken bocaladığımız olmuştur. Böyle anlarda hayatını anlamlı kılan şahsiyetler bizim için daha da önem arz eder. Halid Bin Velidi ‘seyfullah’ yapan değerleri düşündüğümüz zaman bu iki kelime yeterince anlam kazanacaktır. Halid Bin Velid fetih için gittiği topraklara girmeden önce muhataplarına şu mesajı gönderirmiş: ‘ ….. Bu yazım size gelince bana bir güvence gönderin ve benden teminat alın. Eğer böyle olmazsa, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah’a yemin ederim, sizin üzerinize öyle adamlar göndereceğim ki, onlar sizin yaşamayı sevdiğiniz kadar ölmeyi severler!’ İşte hayatın en anlamlısı bu olsa gerek…
Bazen de ‘sizin dünyanızdan bir şey istemem’ diyen ebuzer el gıfari hazretleri’ni hatırlayıp -peygamber efendimiz’in hadisindeki gibi- onlara ‘deli’ der insan! Bazen Ebu Zer gibi sürgün olunup, onun gibi yalnız kalıp, yalnız yaşayıp, yalnız ölmek ister insan! Bazen de iç geçirir : Ah! Ebu zer’i tanımayı ne çok isterdim, onun gibi sizin dünyanızdan bir şey istemem diyebilmeyi ne de çok isterdim!
Ve şimdi Sıtkı Caney’in Ebu zeran şiirine gidip gelip hemen ardından Hakan Albayrak’ın Ebu zerr romanını bilmem kaçıncı defa okumak ister insan! Ben isteyip dururken son sözü yine Akif İnan söylesin: ‘onardın gövdemi, takvimlerimi / kalbimi, giysilerimi, şiirlerimi…’ Akif İnan’la çay içmeyi ne çok isterdim…
Not: Bu yazı Edebi Müdahele Dergisi'nin 5. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder