Ramazan geliyor, gelecek, geldi derken mübarek ayın üçte ikisini tamamlıyoruz. Kendi açımdan değerlendirirsem sıradan bir Ramazan ayı havası yaşıyorum. Gayet sakin, kolay ve rahat diyebilirim. Tabi bu benim açımdan böyle çünkü günün büyük kısmını evde geçiriyorum. Bu sıcaklarda dışarıda yada zor şartlarda çalışan insanları düşününce ne kadar da zahmetsiz bir şekilde iftarı beklediğimi farkediyorum. "Ey oruç tut beni" tarzından klişe laflara etmeye gerek yok. Evimde, bilgisayar başında sosyal medyada bu tarz mesajlar vermenin ehemniyetinin olduğunu da düşünmüyorum. Vicdani olarak baktığım da böyle insanlarla benim orucumun aynı kefede değerlendirilmeyeceğinin de farkındayım.
İftarlara, sahurlara gelirsek bir kaç vakfın iftar davetine teşfir ettim. Üç beş kere dostlara iftar ettik. Sadece bir sahuru ev dışında yaptım. Geçen seneye bakınca bu sene daha hareketsiz bir Ramazan geçiriyorum. Son on güne girerken bu seneyi böyle bitireceğimi öngörüyorum. Yalnız şu mübarek ayın fırsatçılarına tabiri caizse çok pis kıl olmaya başladım. Kapitalist mantığın iftar ve sahur menülerine yansıdığını görüyorum. Zaten bu mantığı oluşturan insanlar halkın genelini hesap etmiyor ve de etmeyecek. Onların hedefinde parasal olarak üst sınıfı yakalamış insanlar var. Parasal olarak üst sınıfı yakalamış insanların bir kısmının da Müslüman duyarlılığına sahip olduğunu söyleyen insanlardan oluştuğunu hesap edersek ortaya acı bir tablo çıkıyor. "İnfak" kavramının önemini burada daha iyi anlıyoruz. Aslında böyle insanlara şöyle bir kenar semt turu yaptırsak da bazı şeyleri hatırlatsak diyorum.
Cengiz Yalçınkaya
cngz91[at]gmail.com
Zahmetsiz Vakitler
Bu Blogda Ara
9 Ağustos 2012 Perşembe
19 Temmuz 2012 Perşembe
Acınacak Halimiz
İnsan
olarak hepimizin çok çeşitli ve karmaşık yönleri vardır.Gün
içerisindeki duygu durumumuzu düşünecek olursak, sabit bir ruh
hali içerisinde olmadığımız görülecektir.
Duygularımızı
oluşturan ve değiştiren en önemli etken çevresel
faktörlerdir.Yani çevremizde olan biten olaylara biz de, duygusal
bazı tepkiler geliştiririz.Üzülür, sevinir, heyecanlanır,
endişelenir ve bazen de acırız.
Duygularımız
içerisinde en mühimi acımak hissidir.Çünkü acımak gülmek gibi
basit değildir.Acıdığımız olaya kafa yorar, düşünür ve
bazen de sorumluluk hisseder; vicdan azabı çekeriz.Acı duyduğumuz
olayın sorumlusu biz olmadığımız hâlde, yaşanan durumdan
rahatsız oluruz, ruhumuz daralır.
Peki
en çok hangi kişilere acır, hangi durumlarda rahatsız oluruz?
Çöp
toplayan bir çingeneye, ayakkabı boyayan bir çocuğa, bebeğiyle
dilenen bir kadına, eli-kolu olmayan bir sakata acırız.Çünkü
onlar acınacak haldedirler, yani bizden daha aşağı/kötü
durumdadırlar.Onlara acırız ancak asla kendimizi onların yerine
koymayız.Öyle ya,kim acınacak halde olmak ister ki!
Acıdığımız
kişiler arasında belki de en çok sakatlara acır, onlar için
üzülürüz.Öyle ya, kiminin ayakları yoktur, kiminin gizü kördür
kimi ise yerlerde sürünür.Hatta bazen korkar, uzaklaşırız
onlardan.Bakamayacağımız yaraları olanlara daha çok
acırız.Acırız ama hızla uzaklaşırız oradan.
Oysa
ki, sosyal çevremiz içerisinde zannettiğimizden çok daha fazla
sakat var.Bir çoğundan bizim haberimiz bile yok.Yaraları,
özürleri, sakatlıkları görünmeyen yerlerinde olanlar sakat
değildir bizim için.Bu nedenle onlara acıyamıyoruz bile.
Gözü
kör olana acıyoruz da, gönlü kör olana acımıyoruz.Ayağı
topal olana acıyoruz da; aklı topal, insafı topal olana
acımıyoruz.
Fiziksel
sakatlığı olanlara acıyıp, onları topluma kazandırmaya
çalışırken; ruhu sakat olanları sakat olarak görmüyoruz.Gerçekte
fiziksel sakatlığı olanlar toplum için hiçbir tehlike
oluşturmazken, aklı sakat, yüreği sakat olanların topluma
verdiği zararı göremiyoruz.
Her
zaman olduğu gibi yine kolay olanı seçiyoruz.Fiziksel sakatlara
acıyıp, iki kuruş para verdikten sonra bu histen mutlu bile
olabiliyoruz.Sakat dilenciye para verip vazifemizden kurtulduğumuzu,
sorumluluğumuzu başarıyla yerine getirdiğimizi düşünüyoruz.Ancak
en yakınımızdaki bir arkadaşımızın gönlündeki sakatlığı
gidermek için hiçbir şey yapmıyoruz.Kendi rûhi ve ahlâki
sakatlıklarımızın ise farkında bile değiliz.
İşte
bizim hâlimiz!
Artık
siz kime acıyacağınıza karar verin..
İrfan Nabi
9 Temmuz 2012 Pazartesi
Susmak
Efendimiz(s.a.s) bir
hadislerinde “İbâdetin ilk basamağı
susmaktır.”buyuruyor.bu susmak şüphesiz ki daha gür
konuşmak,söyleyecek sözü olmak,örtü’lerinden sıyrılıp hak
olanı haykırmak,ateşin içine koşan pervaneleri bellerinden
çekmek,konuşmadan da, hal ile anlatmak içindir.dert,susturur ve
söyletir..bu davanın rehberi efendimiz(s.a.s)”bu dünyanın ve
ahiretin adamları vardır.siz ahiret adamları olun”buyuruyor.bu
dünya,esas yurda,ahiret yurduna geçmek için bir binek,bir araç
gibi kullanılmaz ise içine alır ve yutar.kariyer hesapları,farklı
olmak,dikkat çekmek,bilgiyi hazmetmeden tüketmek,değer
bilmemek,kendinden başka herkesi bilmeye çalışmak,yalnız kendin
ile buluşmamak,yeni oyuncaklar bulmak,hep bu dünyanın
labirentleridir.bu zihnin düşüncenin insana biçtiği tek
gözlük,daima’uzağı’gösterir.hal bu ki,içe doğru yapılacak
kazı,dünyanın en uzun yolculuğudur.işte itikaf denilen bu sünnet
ise ,bu kazının ilk aşamalarından biridir.
“şehrin öte
yakasından”gelmek için,önce gitmek gerekir.susmak için bir hira
gerekir.yüzün kafanı değil,kafanın yüzünü”O”na çevirmesi
için,önce susup “O”nun kitabı ile konuşmak gerekir.zira o
kitap seni zaten konuşturacaktır.
Şimdi sus..bu
ramazanın iftarı,itikafın olsun..
Dua ile.
5 Temmuz 2012 Perşembe
E(K)MEK KAVGASI
E(K)MEK
KAVGASI
Samsun'da
dere yataklarına yapılan Toki'nin evinde kapıcılık yapan anne ve babanın
çocukları vefat etti. Anlayacağınız yine yoksullar öldü, öldürüldü. Yine devlet
öldürdü.
Uludere'de öldürülen
insanlarımızın kanları hâlâ kurumamışken, madenlerdeki, Tuzla tersanesindeki
işçi ölümlerine bir çözüm bulunmamışken ve hatta bir çözüm aranmamışken bir
başka fukaranın daha ailesi yıkıldı. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan
Bayraktar'a dere yatağına ev yapmanın mantığını soran gazetecilere cevaben
Toki'nin yaptığı her evin ölçümlerinin standartlara göre yapıldığını, yani
devletin suçunun olmadığını söyledi. Bakanın cevabından çıkaracağımız sonuç şu:
Suçlu ya sel sularıdır ve yahut bodrumda oturan kapıcı...
Devletin hiç bir suçu yok!
Uludere'de de yoktu. Ortalama olarak günde iki işçi ölüyor Türkiye'de. İşçi
ölümlerinde de hiç bir suçu yok devletin. İnsanlardan daha mühim işleri var,
Çamlıca'ya dev bir cami dikmek gibi. İktidarlarının somut bir eseri olmalı
değil mi? Özellikle Ortadoğu'ya nizam vermeye başladığımız, Osmanlı hülyaları
gördüğümüz şu günlerde iktidarımızın simgesi olmalı: Sultanahmet gibi, Ayasofya
gibi, Süleymaniye gibi...
Şeyh Edebali'nin Osman Bey'e
verdiği şu öğüt ecdadımızın devleti yönetme felsefesine işaret ediyor: "İnsanı
yaşat ki devlet yaşasın." Cumhuriyetin felsefesi ise "paralı
insanı yaşat ki devlet yaşasın." Bunun için hiçbir patronun,
komutanın, milletvekilinin oğlu şehit olmuyor. Maden ocaklarında ölenler de,
selde boğulanlar da gariban halkın evlatları.
Osmanlı mirası bir siyaset yaptığını düşünen hükümet ne yazık ki
Osmanlı'nın kuruluş devrini değil, ihtişamlı sarayların içinde firavun gibi
yaşanılan Lale Devri'ni örnek alıyor. Küresel güç olma hevesi gözlerini kör
ediyor, kendi topraklarımızda işlenen cürümleri göremiyor.
Mazlumların iktidarı olarak
gelip devletleşmeye başlayan Ak Parti'yi uyarma vazifesi muhafazakar medyaya
düşüyor. Ancak ne İslamcı ne de muhafazakar köşe yazarları hükümeti
eleştirmekten aciz. Her birinin kendine has bir gündemi var. Lanet olsun
hepinizin gündemine. Ulan insan ölüyor, insan. Yıllardır tartışa tartışa
bitiremediğiniz konular ölen çocuklardan daha mı değerli! Kaleminizden akan her
mürekkep damlasının hesabını vereceğinizi unutmayın. Dindar olmadığını itiraf
eden Ahmet Altan kadar da mı vicdanınız yok.
Yoksulların, yoksunların
haklarını savunduğunuzda komünist etiketi yemekten mi korkuyorsunuz? Bırakın
kim ne derse desin. Patronlarınız gazeteden kovsun. Daha az okusun sizi,
ısmarlama yazı bekleyenler. Yeter ki onurlu olun, şerefli olun, vicdanlı olun.
Unutmayın: Mazlumların, yoksulların duası size her iki taraf için de yeter...
Öfkeliyiz! Devlete, iktidara,
iktidarlara, medya patronlarına... Velhasıl vicdanı olmayan herkese.
Mehmet Samet Sönmez
23 Haziran 2012 Cumartesi
18 Haziran 2012 Pazartesi
Hicret
Ben giderken bu şehirden
Bir puşt, marlborasından
Çekip bir fırt
Yüzünde ahlaksız bir kahkaha
Ben giderken
Milkshakeine
Tecavüz ederken bir puşt
Ve bankamatiklerin önünde
Mahşeri bir kuyruk
Yavşaklar bayram yapacak
Ben gidince
Kızların yanaklarından bir makas…
İşleri bu
Son yevmiyemle aldığım
Tütünden sarıp
Beklerken otogarda
Şiirinden bir tutam yolluk yapıp
Şeyhime bir selam çaktım
Nefsimden aldığım kulağımı
Kesmeden iblis
Şeyhime verdim
Mehmet Samet Sönmez
Haziran 2012
12 Haziran 2012 Salı
Yılanın Gözünden İçeri
Gönül Çolak, ilk
kitabı Komi ve Kemikler ile Yunus Nabi Öykü Ödülü almış
bir yazar. Henüz ilk kitabında böylesi bir ödüle layık görülmek
elbette ki bir yazar olarak iyi bir başlangıç olarak görülebilir.
Farklı bir üslup ve tarzla eserlerini kaleme alan Çolak, sizi
farklı dünyalarda olağanın dışında yolculuklara çıkarıyor.
Seçtiği karakterler, bir bakımdan tanıdık gelse de bir bakımdan
da bir o kadar bizlere yabancıymış gibi duruyor. Bilindik
dünyalarda fantastik serüvenler yaşıyoruz.
Son eseri olan Yılanın Gözünden İçeri' de de kendimizi yine böyle bir yolculuğun içerisinde buluyoruz. Kitapta düş, gerçek ve kurmaca üçlüsü harmanlanarak ortaya tuhaf, fantastik, esrarengiz ve olağanüstü öyküler ironik bir dille karşımıza çıkıyor. Tüm bunları yaparken Çolak, hayal edilmesi ve dile dökülmesi gerçekten çok zor olana, travmatik bir niteliğe ve farklı bir dil gerçeğine, yine dil aracılığıyla yaklaşmaya çalışıyor.
Bir gözden yola çıkarak, tüm gerçeklikleri görebilmemiz için fantezilerin en derin noktasına kadar bakmamızı istiyor. Okuyucuları bu gözün içinde karanlığın, çaresizliğin, ölümün, korkunun ve hatta aşkın çok farklı halleriyle baş başa bırakıyor. Gözün içerisinde sürüklenirken sıradan ve gündelik hayatların hemen arkasındakileri farketmemizi sağlıyor. Eserin isminde geçen "içeri" kavramının bizi nerelere götürebileceğini görüyoruz. Aslında bu "içeri"ye ne kadar derinleşirsek o kadar da "dışarı"da kalıyoruz demektir. "İnsanın kendi varlığını bilmeden vücut bulmasının mümkün olmadığını bilmeme rağmen ne kadar çabalasam da kendimi hissetmiyor, ona dokunamıyorum"(s.5) aslında Çolak, burada da anlatmak istediklerini bir bakıma kapalı bir dille de olsa bize söylüyor.
Gönül Çolak'ın böylesi bir kurguyu usta bir dille okuyucuya aktarmasındaki sebeplerden biri olarak film prodüksiyonu, yaratıcı drama ve oyunculuk üzerine yaptığı çalışmalarında katkısının olduğunu söyleyebiliriz. Eseri okurken bazen kendinizi bir bilim kurgu filminde hissedebilmeniz Çolak'ın bu özelliklerinden kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Fantastik ve olağanüstü bakış açısı bazı Hollywood filmlerine benzer bir şekilde akıp gidiyor.
Kitap, 13 metinden oluşuyor ve Niyazi Mısri'nin şu beytiyle başlıyor:
"Kaf-ı dil ankasıyım sırların âşinasıyım
Endişeler hasıyım ad oldu insan bana"
İlk metinlerle birlikte düş, kurmaca ve gerçekle karşı karşıya kalıyoruz.
Kitaptaki metinlerden biri olan
"Zerzevatçı Salih'in Hikâyesi" işiyle ve hayatla pek
barışık olmayan, eşiyle problemler yaşayan Salih'in hikâyesine
bir giriş niteliği taşıyor. Karısı Miyase, Salih'in
tembelliğinden ve vurdumduymazlığından şikâyetçidir. Ailesine
gerekli olan ekonomik katkıyı yapamaz. Bu da Miyase ile arasında
problemlere sebep olur. Salih'in ise aklından başka şeyler
geçmektedir.
Kitaptaki önemli figürlerden
Yıldız karakteriyle tanıştığımız "Nihayet'in Yıldız'ı"
adlı metinde ise uzun süredir Nihayet Pavyonu'nda sahneye çıkan
ve gelen müşterileri şarkılarıyla eğlendiren Yıldız'ı
tanıyoruz. Pavyonda çalışan diğer kadın karakterlere göre onun
daha farklı bir havası vardır. İşini çok iyi bilir. Pavyonun
sahibi Çavuş karakteriyle gönül ilişkisi vardır. Yalnız bu
gönül ilişkisi karmaşık bir düzlemde ilerlemektedir. Çavuş
evlidir fakat Yıldız ile de gönül bağını sürdürür. Buradaki
farklı bir noktada Zerzevatçı Salih'in ilk kez çocuk yaşlardayken
geldiği Nihayet Pavyonu'nda o günden beri şarkıcı Yıldız'a
olan hayranlığıdır. Bu denklem kitapta sonraki kısımlarda
farklı bir şekilde devam edecek.
"Yıldız'ın Rüyası"
adlı metinde de yine bir gece pavyon çıkışı şoför tarafından
Yıldız evine bırakılır. Yıldız, her zaman ki rutinliğiyle
evde Çavuş'u beklemektedir. Bu esnada karakterimizin iç dünyasında
yaşadığı melankolik hallere tanık oluyoruz. Bu sırada da
sonradan enteresan bir hal alacak bir rüya görür.
Kitap birbiri ardına bu şekilde
devam eden metinlerle devam ediyor. Kitabın ilk metinlerinde denk
geldiğiniz bir olayın sonraki metinlerde nasıl çözümlendiğini
gördüğünüzde şaşırabiliyorsunuz. Karakterler, Gönül Çolak
tarafından kitapta bir zincir misali birbirlerine bağlanmış
olarak görüyoruz. Karakterlerden birinin yaşadığı bir olay, bir
kaç metin ilerlediğinizde diğer karakteri etkilediğini
görüyorsunuz. Son metinlerde yaşanan olayların polisiye bir
kurguyla aktarılması da ayrı bir tat oluşturuyor.
Farklı bir tekniğin denendiği
eser, akıcı ve yalın bir dile sahip. Çolak'ın biyografisinde yer
alan film prodüksiyonluğu çalışmalarının da esere senaryo
tadında yansıttığını görüyoruz. Farklı tarz ve üsluba sahip
Gönül Çolak'ın Yılanın Gözünden İçeri adlı eserin okunması
gereken öykü kitaplarından biri olduğunu düşünüyoruz.
Cengiz Yalçınkaya
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)