Bu Blogda Ara

9 Ağustos 2012 Perşembe

Ramazan vs.

   Ramazan geliyor, gelecek, geldi derken mübarek ayın üçte ikisini tamamlıyoruz. Kendi açımdan değerlendirirsem sıradan bir Ramazan ayı havası yaşıyorum. Gayet sakin, kolay ve rahat diyebilirim. Tabi bu benim açımdan böyle çünkü günün büyük kısmını evde geçiriyorum. Bu sıcaklarda dışarıda yada zor şartlarda çalışan insanları düşününce ne kadar da zahmetsiz bir şekilde iftarı beklediğimi farkediyorum. "Ey oruç tut beni" tarzından klişe laflara etmeye gerek yok. Evimde, bilgisayar başında sosyal medyada bu tarz mesajlar vermenin ehemniyetinin olduğunu da düşünmüyorum. Vicdani olarak baktığım da böyle insanlarla benim orucumun aynı kefede değerlendirilmeyeceğinin de farkındayım.

 İftarlara, sahurlara gelirsek bir kaç vakfın iftar davetine teşfir ettim. Üç beş kere dostlara iftar ettik. Sadece bir sahuru ev dışında yaptım. Geçen seneye bakınca bu sene daha hareketsiz bir Ramazan geçiriyorum. Son on güne girerken bu seneyi böyle bitireceğimi öngörüyorum. Yalnız şu mübarek ayın fırsatçılarına tabiri caizse çok pis kıl olmaya başladım. Kapitalist mantığın iftar ve sahur menülerine yansıdığını görüyorum. Zaten bu mantığı oluşturan insanlar halkın genelini hesap etmiyor ve de etmeyecek. Onların hedefinde parasal olarak üst sınıfı yakalamış insanlar var. Parasal olarak üst sınıfı yakalamış insanların bir kısmının da Müslüman duyarlılığına sahip olduğunu söyleyen insanlardan oluştuğunu hesap edersek ortaya acı bir tablo çıkıyor. "İnfak" kavramının önemini burada daha iyi anlıyoruz. Aslında böyle insanlara şöyle bir kenar semt turu yaptırsak da bazı şeyleri hatırlatsak diyorum.

Cengiz Yalçınkaya

cngz91[at]gmail.com




19 Temmuz 2012 Perşembe

Acınacak Halimiz


İnsan olarak hepimizin çok çeşitli ve karmaşık yönleri vardır.Gün içerisindeki duygu durumumuzu düşünecek olursak, sabit bir ruh hali içerisinde olmadığımız görülecektir.
Duygularımızı oluşturan ve değiştiren en önemli etken çevresel faktörlerdir.Yani çevremizde olan biten olaylara biz de, duygusal bazı tepkiler geliştiririz.Üzülür, sevinir, heyecanlanır, endişelenir ve bazen de acırız.
Duygularımız içerisinde en mühimi acımak hissidir.Çünkü acımak gülmek gibi basit değildir.Acıdığımız olaya kafa yorar, düşünür ve bazen de sorumluluk hisseder; vicdan azabı çekeriz.Acı duyduğumuz olayın sorumlusu biz olmadığımız hâlde, yaşanan durumdan rahatsız oluruz, ruhumuz daralır.
Peki en çok hangi kişilere acır, hangi durumlarda rahatsız oluruz?
Çöp toplayan bir çingeneye, ayakkabı boyayan bir çocuğa, bebeğiyle dilenen bir kadına, eli-kolu olmayan bir sakata acırız.Çünkü onlar acınacak haldedirler, yani bizden daha aşağı/kötü durumdadırlar.Onlara acırız ancak asla kendimizi onların yerine koymayız.Öyle ya,kim acınacak halde olmak ister ki!
Acıdığımız kişiler arasında belki de en çok sakatlara acır, onlar için üzülürüz.Öyle ya, kiminin ayakları yoktur, kiminin gizü kördür kimi ise yerlerde sürünür.Hatta bazen korkar, uzaklaşırız onlardan.Bakamayacağımız yaraları olanlara daha çok acırız.Acırız ama hızla uzaklaşırız oradan.
Oysa ki, sosyal çevremiz içerisinde zannettiğimizden çok daha fazla sakat var.Bir çoğundan bizim haberimiz bile yok.Yaraları, özürleri, sakatlıkları görünmeyen yerlerinde olanlar sakat değildir bizim için.Bu nedenle onlara acıyamıyoruz bile.
Gözü kör olana acıyoruz da, gönlü kör olana acımıyoruz.Ayağı topal olana acıyoruz da; aklı topal, insafı topal olana acımıyoruz.
Fiziksel sakatlığı olanlara acıyıp, onları topluma kazandırmaya çalışırken; ruhu sakat olanları sakat olarak görmüyoruz.Gerçekte fiziksel sakatlığı olanlar toplum için hiçbir tehlike oluşturmazken, aklı sakat, yüreği sakat olanların topluma verdiği zararı göremiyoruz.
Her zaman olduğu gibi yine kolay olanı seçiyoruz.Fiziksel sakatlara acıyıp, iki kuruş para verdikten sonra bu histen mutlu bile olabiliyoruz.Sakat dilenciye para verip vazifemizden kurtulduğumuzu, sorumluluğumuzu başarıyla yerine getirdiğimizi düşünüyoruz.Ancak en yakınımızdaki bir arkadaşımızın gönlündeki sakatlığı gidermek için hiçbir şey yapmıyoruz.Kendi rûhi ve ahlâki sakatlıklarımızın ise farkında bile değiliz.
İşte bizim hâlimiz!
Artık siz kime acıyacağınıza karar verin..

İrfan Nabi

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Susmak


Efendimiz(s.a.s) bir hadislerinde “İbâdetin ilk basamağı susmaktır.”buyuruyor.bu susmak şüphesiz ki daha gür konuşmak,söyleyecek sözü olmak,örtü’lerinden sıyrılıp hak olanı haykırmak,ateşin içine koşan pervaneleri bellerinden çekmek,konuşmadan da, hal ile anlatmak içindir.dert,susturur ve söyletir..bu davanın rehberi efendimiz(s.a.s)”bu dünyanın ve ahiretin adamları vardır.siz ahiret adamları olun”buyuruyor.bu dünya,esas yurda,ahiret yurduna geçmek için bir binek,bir araç gibi kullanılmaz ise içine alır ve yutar.kariyer hesapları,farklı olmak,dikkat çekmek,bilgiyi hazmetmeden tüketmek,değer bilmemek,kendinden başka herkesi bilmeye çalışmak,yalnız kendin ile buluşmamak,yeni oyuncaklar bulmak,hep bu dünyanın labirentleridir.bu zihnin düşüncenin insana biçtiği tek gözlük,daima’uzağı’gösterir.hal bu ki,içe doğru yapılacak kazı,dünyanın en uzun yolculuğudur.işte itikaf denilen bu sünnet ise ,bu kazının ilk aşamalarından biridir.
şehrin öte yakasından”gelmek için,önce gitmek gerekir.susmak için bir hira gerekir.yüzün kafanı değil,kafanın yüzünü”O”na çevirmesi için,önce susup “O”nun kitabı ile konuşmak gerekir.zira o kitap seni zaten konuşturacaktır.

Şimdi sus..bu ramazanın iftarı,itikafın olsun..

Dua ile.

5 Temmuz 2012 Perşembe

E(K)MEK KAVGASI


E(K)MEK KAVGASI

 
Samsun'da dere yataklarına yapılan Toki'nin evinde kapıcılık yapan anne ve babanın çocukları vefat etti. Anlayacağınız yine yoksullar öldü, öldürüldü. Yine devlet öldürdü.

                Uludere'de öldürülen insanlarımızın kanları hâlâ kurumamışken, madenlerdeki, Tuzla tersanesindeki işçi ölümlerine bir çözüm bulunmamışken ve hatta bir çözüm aranmamışken bir başka fukaranın daha ailesi yıkıldı. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'a dere yatağına ev yapmanın mantığını soran gazetecilere cevaben Toki'nin yaptığı her evin ölçümlerinin standartlara göre yapıldığını, yani devletin suçunun olmadığını söyledi. Bakanın cevabından çıkaracağımız sonuç şu: Suçlu ya sel sularıdır ve yahut bodrumda oturan kapıcı...

                Devletin hiç bir suçu yok! Uludere'de de yoktu. Ortalama olarak günde iki işçi ölüyor Türkiye'de. İşçi ölümlerinde de hiç bir suçu yok devletin. İnsanlardan daha mühim işleri var, Çamlıca'ya dev bir cami dikmek gibi. İktidarlarının somut bir eseri olmalı değil mi? Özellikle Ortadoğu'ya nizam vermeye başladığımız, Osmanlı hülyaları gördüğümüz şu günlerde iktidarımızın simgesi olmalı: Sultanahmet gibi, Ayasofya gibi, Süleymaniye gibi...

                Şeyh Edebali'nin Osman Bey'e verdiği şu öğüt ecdadımızın devleti yönetme felsefesine işaret ediyor: "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın." Cumhuriyetin felsefesi ise "paralı insanı yaşat ki devlet yaşasın." Bunun için hiçbir patronun, komutanın, milletvekilinin oğlu şehit olmuyor. Maden ocaklarında ölenler de, selde boğulanlar da gariban halkın evlatları.

                Osmanlı mirası bir siyaset yaptığını düşünen hükümet ne yazık ki Osmanlı'nın kuruluş devrini değil, ihtişamlı sarayların içinde firavun gibi yaşanılan Lale Devri'ni örnek alıyor. Küresel güç olma hevesi gözlerini kör ediyor, kendi topraklarımızda işlenen cürümleri göremiyor.

                Mazlumların iktidarı olarak gelip devletleşmeye başlayan Ak Parti'yi uyarma vazifesi muhafazakar medyaya düşüyor. Ancak ne İslamcı ne de muhafazakar köşe yazarları hükümeti eleştirmekten aciz. Her birinin kendine has bir gündemi var. Lanet olsun hepinizin gündemine. Ulan insan ölüyor, insan. Yıllardır tartışa tartışa bitiremediğiniz konular ölen çocuklardan daha mı değerli! Kaleminizden akan her mürekkep damlasının hesabını vereceğinizi unutmayın. Dindar olmadığını itiraf eden Ahmet Altan kadar da mı vicdanınız yok. 

                Yoksulların, yoksunların haklarını savunduğunuzda komünist etiketi yemekten mi korkuyorsunuz? Bırakın kim ne derse desin. Patronlarınız gazeteden kovsun. Daha az okusun sizi, ısmarlama yazı bekleyenler. Yeter ki onurlu olun, şerefli olun, vicdanlı olun. Unutmayın: Mazlumların, yoksulların duası size her iki taraf için de yeter...

                Öfkeliyiz! Devlete, iktidara, iktidarlara, medya patronlarına... Velhasıl vicdanı olmayan herkese. 

Mehmet Samet Sönmez


18 Haziran 2012 Pazartesi

Hicret


Ben giderken bu şehirden
Bir puşt, marlborasından
Çekip bir fırt
Yüzünde ahlaksız bir kahkaha

Ben giderken
Milkshakeine
Tecavüz ederken bir puşt
Ve bankamatiklerin önünde
Mahşeri bir kuyruk

Yavşaklar bayram yapacak
Ben gidince
Kızların yanaklarından bir makas…
İşleri bu

Son yevmiyemle aldığım
Tütünden sarıp
Beklerken otogarda
Şiirinden bir tutam yolluk yapıp
Şeyhime bir selam çaktım

Nefsimden aldığım kulağımı
Kesmeden iblis
Şeyhime verdim

Mehmet Samet Sönmez
Haziran 2012

12 Haziran 2012 Salı

Yılanın Gözünden İçeri


   Gönül Çolak,  ilk kitabı Komi ve Kemikler ile Yunus Nabi Öykü Ödülü almış bir yazar. Henüz ilk kitabında böylesi bir ödüle layık görülmek elbette ki bir yazar olarak iyi bir başlangıç olarak görülebilir.  Farklı bir üslup ve tarzla eserlerini kaleme alan Çolak, sizi farklı dünyalarda olağanın dışında yolculuklara çıkarıyor. Seçtiği karakterler, bir bakımdan tanıdık gelse de bir bakımdan da bir o kadar bizlere yabancıymış gibi duruyor. Bilindik dünyalarda fantastik serüvenler yaşıyoruz.

      Son eseri olan Yılanın Gözünden İçeri' de de kendimizi yine böyle bir yolculuğun içerisinde buluyoruz. Kitapta düş, gerçek ve kurmaca üçlüsü harmanlanarak ortaya tuhaf, fantastik, esrarengiz ve olağanüstü öyküler ironik bir dille karşımıza çıkıyor. Tüm bunları yaparken Çolak, hayal edilmesi ve dile dökülmesi gerçekten çok zor olana, travmatik bir niteliğe ve farklı bir dil gerçeğine,  yine dil aracılığıyla yaklaşmaya çalışıyor.

Bir gözden yola çıkarak, tüm gerçeklikleri görebilmemiz için fantezilerin en derin noktasına kadar bakmamızı istiyor. Okuyucuları bu gözün içinde karanlığın, çaresizliğin, ölümün, korkunun ve hatta aşkın çok farklı halleriyle baş başa bırakıyor. Gözün içerisinde sürüklenirken sıradan ve gündelik hayatların hemen arkasındakileri farketmemizi sağlıyor. Eserin isminde geçen "içeri" kavramının bizi nerelere götürebileceğini görüyoruz. Aslında bu "içeri"ye  ne kadar derinleşirsek o kadar da "dışarı"da kalıyoruz demektir. "İnsanın kendi varlığını bilmeden vücut bulmasının mümkün olmadığını bilmeme rağmen ne kadar çabalasam da kendimi hissetmiyor, ona dokunamıyorum"(s.5) aslında Çolak, burada da anlatmak istediklerini bir bakıma kapalı bir dille de olsa bize söylüyor.
Gönül Çolak'ın böylesi bir kurguyu usta bir dille okuyucuya aktarmasındaki sebeplerden biri olarak film prodüksiyonu, yaratıcı drama ve oyunculuk üzerine yaptığı çalışmalarında katkısının olduğunu söyleyebiliriz. Eseri okurken bazen kendinizi bir bilim kurgu filminde hissedebilmeniz Çolak'ın bu özelliklerinden kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Fantastik ve olağanüstü bakış açısı bazı Hollywood filmlerine benzer bir şekilde akıp gidiyor.



Kitap, 13 metinden oluşuyor ve Niyazi Mısri'nin şu beytiyle başlıyor:

"Kaf-ı dil ankasıyım sırların âşinasıyım
Endişeler hasıyım ad oldu insan bana"



İlk metinlerle birlikte düş, kurmaca ve gerçekle karşı karşıya kalıyoruz.


Kitaptaki metinlerden biri olan "Zerzevatçı Salih'in Hikâyesi" işiyle ve hayatla pek barışık olmayan, eşiyle problemler yaşayan Salih'in hikâyesine bir giriş niteliği taşıyor. Karısı Miyase, Salih'in tembelliğinden ve vurdumduymazlığından şikâyetçidir. Ailesine gerekli olan ekonomik katkıyı yapamaz. Bu da Miyase ile arasında problemlere sebep olur. Salih'in ise aklından başka şeyler geçmektedir.


Kitaptaki önemli figürlerden Yıldız karakteriyle tanıştığımız "Nihayet'in Yıldız'ı" adlı metinde ise uzun süredir Nihayet Pavyonu'nda sahneye çıkan ve gelen müşterileri şarkılarıyla eğlendiren Yıldız'ı tanıyoruz. Pavyonda çalışan diğer kadın karakterlere göre onun daha farklı bir havası vardır. İşini çok iyi bilir. Pavyonun sahibi Çavuş karakteriyle gönül ilişkisi vardır. Yalnız bu gönül ilişkisi karmaşık bir düzlemde ilerlemektedir. Çavuş evlidir fakat Yıldız ile de gönül bağını sürdürür. Buradaki farklı bir noktada Zerzevatçı Salih'in ilk kez çocuk yaşlardayken geldiği Nihayet Pavyonu'nda o günden beri şarkıcı Yıldız'a olan hayranlığıdır. Bu denklem kitapta sonraki kısımlarda farklı bir şekilde devam edecek.


"Yıldız'ın Rüyası" adlı metinde de yine bir gece pavyon çıkışı şoför tarafından Yıldız evine bırakılır. Yıldız, her zaman ki rutinliğiyle evde Çavuş'u beklemektedir. Bu esnada karakterimizin iç dünyasında yaşadığı melankolik hallere tanık oluyoruz. Bu sırada da sonradan enteresan bir hal alacak bir rüya görür.


Kitap birbiri ardına bu şekilde devam eden metinlerle devam ediyor. Kitabın ilk metinlerinde denk geldiğiniz bir olayın sonraki metinlerde nasıl çözümlendiğini gördüğünüzde şaşırabiliyorsunuz. Karakterler, Gönül Çolak tarafından kitapta bir zincir misali birbirlerine bağlanmış olarak görüyoruz. Karakterlerden birinin yaşadığı bir olay, bir kaç metin ilerlediğinizde diğer karakteri etkilediğini görüyorsunuz. Son metinlerde yaşanan olayların polisiye bir kurguyla aktarılması da ayrı bir tat oluşturuyor.


Farklı bir tekniğin denendiği eser, akıcı ve yalın bir dile sahip. Çolak'ın biyografisinde yer alan film prodüksiyonluğu çalışmalarının da esere senaryo tadında yansıttığını görüyoruz. Farklı tarz ve üsluba sahip Gönül Çolak'ın Yılanın Gözünden İçeri adlı eserin okunması gereken öykü kitaplarından biri olduğunu düşünüyoruz.

Cengiz Yalçınkaya